İlk kez İstanbul’dan uzun süre ayrı kalacaktım. Bir de askerlik görevimi yerine getirirken ayrılmıştım bu güzel kentten. Bir farkla, bu kez yalnız değildim.
Oğlum Arda’nın okulu tatil olur olmaz ertesi gün toparlanıp öğle saatlerinde ayrılmıştık İstanbul’dan. Haziran’dan beklenmeyecek kadar kötü bir havaydı. Yalova’ya vardığımızda çakan şimşeklerin şiddeti sanki yıllardır yüklendiğim stres ve elektriği de bedenimden çekip alıyordu. Şimşeklerin alamadığı iki şey vardı onları da İstanbul’da bırakmıştım.
Bir ay kadar önceydi eşim Mine’yle bu yazı Ayvalık’ta geçirmeye karar verdiğimizde. Mine her ne kadar gazetecilikten kaynaklanan bir alışkanlıkla hep 5N 1K ile hareket etse de konu Ayvalık olunca bu kez bana uyup aniden karar verdi. Onbeş yıldır her yaz tatilimizin bir bölümünü mutlaka Ayvalık’ta geçirmeyi nefes almak gibi birşey haline getirmiştik. Ancak yıllar geçtikçe burada kaldığımız süre bize yetmez olmuştu. Mayıs ayında iki günlük bir haftasonu kaçamağında hem Yaseminleri ziyaret edecek hem de biraz dolaşıp kafamıza uygun bir ev bulacaktık. Altı yıl önce arkadaşımız Yasemin ve eşi Deniz radikal bir kararla İstanbul’u terketmiş ve Ayvalık’a yerleşmişlerdi. İkisi de birbirinden çılgın. İyi anımsıyorum bir gün içinde karar verip ikinci gün o güzelim zeytin memleketine taşınmışlar. Doğrusu başlarda geçirdikleri bir iki yıl pek de öyle laylaylom değildi onlar için. Neyse ki ikisi de gerisin geri İstanbul’ a dönmeyi düşünmediler. Pazarcılıktı, sahaflıktı, hediyelikti derken inatla varolmayı sürdürdüler. Telefon konuşmalarımız hep “Nasılsınız, hayat nasıl gidiyor”, “İyidir yuvarlanıp gidiyoruz” la geçse de hayat hep yaz değildir. Kışı da vardır, yağmuru da fırtınası da. Üstelik Ayvalık’ın poyrazı kışın öyle bir eser ki her anlamda üşütür. Onlar için rahat Ayvalık günleri Yasemin’in Cafe Caramel’i açmasıyla başlar. Şirin, herkesin kendi evi kadar sıcak ve rahat hissedebileceği bir mekan. Yaso’nun çocukluk ve ilk gençlik yılları Fransa’da geçtiğinden mutfakta hem Fransız hem de Türk lezzetlerinden örnekler sunmaya başladı. Özellikle içinde çikolata bulunan kek ve pastalarda zaman içinde iyice ustalaştı. Hele gelen yabancı turistlere Fransızca servis yaptığında lirik bir melodi eşliğinde kahvenizi yudumlarsınız. Her Cuma akşamı özel yemek günleri düzenleyen Cafe Caramel ekibi her hafta sonu değişik bir mutfaktan örnekler veriyorlar canlı müzik eşliğinde. Anlatmakla olmuyor gidip tatmanız gerek. Onların aracılığıyla yine İstanbul’lu olan sevgili Muzi’nin (Muazzez Eriş) Sakarya mahallesindeki evinin bahçe katını kiralamıştım.
Yol boyunca peşimizi bırakmayan yağmur ve şimşeklerden Ayvalık sapağında ayrıldık. Onlar İzmir’e devam etti biz birkaç ayımızı geçireceğimiz Ayvalık’a doğru saptık.İstanbul’dan çıktığımız altı saat olmuştu. Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplı olduğundan haziranın ortaları olmasına rağmen ondokuz gibi hava kararmak üzereydi. Yağmur yeni kesilmişti belli ki. Asfaltın üzerindeki yansımaları hızla silerek biran önce eve ulaşmak istiyordum.
Eğri büğrü taşlarla döşenmiş daracık sokaklarda ilerlerken araba neşeli çocuklar gibi hoplayıp zıplıyordu. Yanımda oturan Arda aralarından geçtiğimiz eski evlere şaşkınlık içinde bakarken bu bakışların pek de imrenerek olmadığını anladım. Bir an gözgöze geldik. “Baba bu sokakta mı oturacağız” sorusunu gözlerinden okudum. Bunların birer eski rum evi olduğunu, aslında bu sokak ve evlerde nice hayatlar yaşanmış olduğunu, günümüz İstanbul’daki veya bir sahil sitesindeki apartman yaşantısından çok daha fazla ve değerli şeylerle tanışacağını özetleyerek anlattıysam da o şu anda bütün bunları anlamak istemiyordu.
Sonunda Muzi’nin evinin önünde durdum. Sokak o kadar dardı ki Arda kendi tarafındaki kapıyı açamadığından benim taraftan inmek zorunda kalmıştı. Bir an kendi kendime artık bu kadarı da fazla dediysem de sonuçta kentin en eski çekirdek sokaklarından birinde yaşamayı ben seçmiştim. Öyle ya, yerli halkla içli dışlı olarak ancak bu eski mahallelerde yaşanabilirdi. En eski yemek tariflerini içlerinde yaşarken öğrenebilirdim. Hele ekim ayında yağmurlarla birlikte topraktan fışkıracak çeşitli otları, onların isimlerini, etli veya genellikle zeytinyağlı yemeklerini düşündükçe daha da heyecanlanıyordum.
Muzi’yle elden ele hemen arabadaki eşyaları taşıyıverdik. Arda hala sakinleşememiş diken üstündeki hali sürmekteydi. Muzi elinden geleni yapmıştı. Evi yaşanır hale getirmek için köşebucak temizlemiş, yerlere baharda kırları andıran renkleriyle kilimler sermiş, buzdolabına yiyecek birkaç şey koymayı da ihmal etmemişti. Mutfaktan çıkılan verandadaki masada birkaç lokma atıştırdıktan sonra, günün yorguluğuyla Arda çabucak derin bir uykuya daldı. Ben de bir bardak kahveyle bahçedeki koltuğa serilip gözlerimi yıldızlar geçidinin yaşandığı gökyüzüne çevirip bir başka kentin sabahını düşlemeye başladım. Ev neredeyse Ayvalık’ın en tepesinde. Kaptan köşkü misali bir bakışı var kente. Kış günlerinin ünlü poyrazına kapalı. Lodosluk yapılmış çekirdek kentin evleri.
Bu yüzden kış aylarında dondurucu poyraza karşın zor değil bu evleri ısıtmak. Evimizin sokağa bakan ön tarafı ayrı bir dünya. Bana çocukluğumu anımsatan arnavut kaldırımı bir sokak. Çoğu taş rum evlerinin kimi boş, harap, içinde hayatlar gizli, kimi üzerinde asılı satılık levhasıyla yeni bir yaşam, ikinci bir şans bekliyor geçmişini süslü tavanlarında dışa vurarak. Bazıları ise çok şanslılar. Yeni baştan onarılmış, allı morlu boyanmış, ihtiyar delikanlılar gibi hayatlarının ikinci baharını yaşıyorlar. Yine, yeniden.
Saat sabahın üçü, göz kapaklarım ağırlaştı. Arda’nın yanında dalıverdim uykuya.
Merhaba Ayvalık II
Güneş çoktan doğmuş, hemen pencerenin önündeki koca dut ağacının rüzgarda sallanan yapraklarının arasından gönderdiği ışınlarıyla yüzümde oynaşarak beni uyandırmaya çalışıyordu. Başta, nerede olduğumu anlamaya çalıştım.İçimdeki medcezirin nedenini düşünürken bir an yıllar öncesine gittim. –Acaba yarıyıl tatili mi başlamıştı, yoksa bir süredir okula giderken her sabah karşılaştığım Dame de Sionlu kızla bugün mü buluşacaktım, yoksa…–Arda bu rüyanın daha fazla uzamasına izin vermedi. Çoktan verandaya çıkmış, bir zamanlar tanrı Zeus’un mekan tuttuğu İda dağından (Kaz dağları) esen rüzgarın coşkusuyla beni yanına çağırıyordu. Dünkü yağmurun ardından herşey yıkanmış, tertemiz gözüküyordu.Tepeden aşağıya kısa sağanaklar halinde esen rüzgar evlerin çatılarını sıyırarak Saatli Caminin –Ayos Yannis kilisesi– sağından solundan dolanarak geçiyor, sokaklara gerilmiş yeşil naylon tenteleri bir havalandırıyor bir bastırıyor, sanki kent nefes alıyordu.
Öğleye doğru kısaca “ Heykel ” diye anılan Atatürk heykelinin bulunduğu kent meydanındaki rıhtımdan tatilcilerle dolu kalkan günü- birlik tur tekneleri, akşam 18.30 gibi limana dönüyorlar her birinde Onuncu Yıl marşı. Adeta saat gibi. Evde olup da bu marşı duyduğumda saatin akşam suları olduğunu ve bütün gün etrafı kavuran güneşin, verandanın sağındaki dut ve portakal ağaçlarının arasından son yakıcı oklarını yağdırmaya devam ettiğini anlıyorum.
Sabah ve akşam saatleri en çok sevdiğim ve çocuklar gibi mutlu hissettiğim zaman dilimleridir. Saat sekize doğru bir akşam yemeği telaşıdır başlar. Yemek ne olursa olsun, uzun saatler sofra başında olacağımız belli. Hani derler ya yemek bahane, sohbet şahane. Gecenin ilerleyen saatlerinde sonradan komşulardan gelincik olduğunu öğrendiğim ama eve yerleştiğimizin haftasında verandada otururken gördüğüm Sansar Suphi bir haftalık aradan sonra yeniden mutat ziyaretlerine başladı. Verandanın kenarındaki duvarın üzerine yerleştirdiğim kedi tırmığı saksılarının arasından beni gördü. Bir an bakıştık. Nereden çıkagelmişti bu adamlar der gibiydi. Bu duvar onun yuvasına giden en kısa yoldu. Oysa uzun süredir bu adamoğulları yoktu buralarda. Düşündüklerini içinde saklayıp sessizce bahçeye atladı. Dipteki duvarın üzerinden, kapı kiremitlerinden bir ok gibi sessizce süzülerek yan evin bahçe duvarına geçip gecenin karanlığına daldı. Son gördüğüm bana bakarken ışıldayan bir çift gözdü karanlıkta.
AYVALIK PAZARI
Yarını iple çekiyorum. Her Perşembe Ayvalık pazarı kuruluyor. Sokak aralarından meydanlara her yer Pazar yeri. Arabacılar meydanını mefruşatçılarla üst baş satanlar paylaşmış. Dikilmiş tüller, perdeler, gelinlikler, şort, tişört, sutyen, külot. Herşey alabilene çok ucuz.
Evden çıkıp hemen yan sokaktan yokuşun dibine doğru bırakıyoruz kendimizi. Hangi sokaktan inerseniz inin, hepsi Saatli Caminin civarına, çarşıya iniyor. Ayvalıklılar için beş dakika ama benim için öyle mi. Şu evin penceresi, o evin kapısı, tokmağı,bu sokağın çeşmesi, kedisi, sundurmadaki asılı sarımsaklar…karelere sığdırıp fotoğraflarını çekiyorum. İnişim yarım saati geçiyor Sağlı sollu çıkmaz sokakları görmezden geliyorum bugünlük. Bugün Pazar var. Alt sokaktaki teyze kolundaki sepetçiğe kabakcıklarını doldurmuş koşturuyor pazara.-Az daha gecikirse kabakcıklar turuncu çiçeklerini kapatıvercek. Burlarda Kabak Çiçeği Dolması çok ünlüdür.– Taksiarhis Pansiyonun köşesini dönünce düzlüğe az kala bir uğultudur yükseliyor sokak aralarından. Henüz sabahın 10’u olmasına rağmen ortalık çok kalabalık. . Biz de Ardayla beraber kendimizi koyverdik kimi yerde hızlanan, kimi yerde yavaşlayıp tıkanan insan selinin akıntısına.
Cunda’dan, Şirinkent’ten, Altınova’dan,herkes gelmiş. Yerlisi yabancısı, alıcısı, satıcısı bir şekilde bu curcunadan payına düşeni almaya gelmiş. Midilliden Yorgo, Eleni,Niko, Hrisula taze sebzelerden, Altınova’nın kokulu kıpkırmızı domatını ya da bilene çok şey ifade eden tohumu yüzyıllara dayanan şekilsiz pembe domatını almaya gelmişler. İnsanlar pembe domatesler için kulüpler, guruplar kurmuşlar sanal ortamda hem bilgi alışverişi yapıyorlar hem de evlerinin balkonlarında yetiştirdikleri domateslerle olan maceralarını anlatıyorlar fotoğraflar eşliğinde. Bu konuda bilgi edinmek isteyenler için google arama motoruna pembe domates yazmaları yeterli arkası geliyor. Birçok siteyi gezdim, araştırdım. Gerçekten insanlar ciddi emek ve zaman ayırıyorlar bu güzel kokulu ve lezzetli pembe domateslere. Ayvalık pazarında ise özellikle köylü pazarı bölümünde mutlaka tezgahta veya ayrı bir sepetçikte özenle dizilmiş pembe domatesleri göreceksiniz. Diğer domates çeşitlerinden biraz daha pahalı olsalar da değer.
Ayvalık’ta Pazar alanı olarak belediyenin yaptığı üstü kapalı büyükçe bir alan var ama pazarın en çeşitli kısmı bu kapalı alana açılan tüm sokaklara yayılmış durumda. Satılan ürünlerin çeşidine göre belli sokaklara kümelenmişler. Heykel meydanında Ziraat Bankasının yanından çarşıya girdikten sonra bir sonraki dörtyol ağzından şort ve tişört tezgahlarıyla başlayan Pazar az ileriden sağa kıvrılıp arabacılar meydanını dolduruyor. Burada genellikle manifaturacılar, yani perde, tül, döşemelik kumaşçıları takiben giyim eşyası tezgahları ve iç çamaşır tezgahları sıralanıyor. Araya birkaç çantacı ve ayakkabıcı sıkışmış. Bu yol Kapalı Pazar yerine kadar devam ediyor. Bu arada buraya bağlanan tüm sokaklar yine hediyelik eşyacısından tutun da mayo ve çamaşır satanlara kadar çok çeşitli tezgahlarla dolu.
Gelelim kapalı Pazar yerine. Burası meyve, sebze tezgahlarıyla peynir, zeytin ve zeytinyağı, yumurta tezgahlarına ayrılmış. Bu arada bir iki bakkaliye esnafı da yerlerini almışlar. Bu tezgahlarda açık çuvallarda kiloyla satılan bulgur ve özellikle çiğ köftelik esmer bulgurla yaptığımız kısır mükemmel sonuç verdi.
AYVALIK TOSTU
Ayvalık tostu bir efsane olmuş, ancak efsane olmasına neden olan şekli şu anda günde binlerce satılan ve adına Ayvalık Tostu denen gıda kirliliğinden ibaret olan şey değil. Gerçek Ayvalık tostundan bugüne kalan tek benzerlik ekmeğinin şeklidir. İçine konan peynir İzmir tulumu, iki üç dilim domates ve sucuktu. Sonraları domatesle birlikte ketçap da konmaya başlandı.Ama sosis mayonez ve turşu gibi aksesuarların konması şurada son on yılı ancak bulur. Eski haliyle bu özel tostu yemek hem kolaydı hem de barındırdığı lezzetlerin ayrı ayrı tadına varabilirdiniz. Günümüz tostu ise bir lezzetler karmaşası hayhuyunda gidiyor. Sağlıklı yaşam zincirine iyiden iyiye bağlı insanlar o tostu bile menülerine almazken günümüzde Ayvalıklılar için hatrı sayılır gelir kaynağı olan ve üstbaş kirletmemek adına büyük mücadeleler vererek yenen –şey– için acaba ne diyecekler. Yine de artık tescillenmiş olan Ayvalık Tostu diğer kentlerimizde de kendine pazar bulmaktadır.
MAVİ FIRIN
Kimi sabahlar bir an önce sahile inip heykeldeki çayhanelerde kahvaltı yapma isteği galip geldiğinde, buradaki her köşe başında camekanlı arabalardaki simitçilerden alınan simit, açma, ya da değişik üzümlü çöreklerden alırdık. Özellikle üstlerine çöre otu serpiştirilmiş açmalar ve saç örgüsü şeklindeki kabarmış kıvrımlarıyla üstlerine tam kararında sürülmüş kızarmış yumurtasıyla paskalya çörekleri çok lezzetli. İstanbuldaki nadir pastanelerde görebileceğiniz güzellikteki bu ürünleri Ayvalıkta sadece iki fırın gece gündüz çalışarak üretiyor. Bunlardan biri Mavi Fırın.
At arabacıları meydanına çıkan sokaklardan birinin girişindeki bu fırın karşılıklı iki fırından oluşuyor.Ne zaman geçerseniz sokağı sarmış mis gibi çörek kokuları sizi buraya çeker. Fırının sahibi olan Erol Beyin bürosu da sokaktadır.Oturduğu sandalyenin hemen arkasında duvara asılı bir Atatürk portresi. Fırından çıkan tepsi tepsi simit, açma ve çöreklerin (kendileri kurabiye diyorlar) nereye, kime, hangi simitçiye gideceği talimatlarını veren. Kendisini tanımadan önce birkaç kez motoruyla kent sokaklarında gördüğümde favorileriyle birleşen bıyıkları, yanık teni ve değişik tipiyle western filmlerinden çıkmış Ayvalık sokaklarında gezinen bir sürü sahibine benzetmiştim. Meğer neredeyse tüm Ayvalığı doyuran fırıncıymış.
ŞEYTANIN KAHVESİ Palabahçe – Palio Bakthse –
Bugün At Arabacıları Meydanından girdiğim Mavi Fırının bulunduğu sokağın devamındaki köşede iki yıl önce oturup çay içtiğim ve çok hoşuma giden eski bir köşe kahvesini, Şeytan Halilin Kahvesini buldum.
Kahvenin önündeki masalardan birine elimdekileri bırakıp içeri girdim heyecanla. Ancak güvercin kafeslerinin bulunduğu sağ köşede kuşların yerinde yellerin estiğini gördüm. Ama bu beni çok da üzmedi. Zaten öteden beri parmaklıklar ardına hapsolmuş kanat çırpınışları ban acı vermiştir. Artık burada ne kuşlar ne de kuşbazlar kalmış. Mustafa kuşların ortalığı kirlettiğinden, zaten bir süreden beri de güvercin meraklılarının artık uğramadığından söz etti. Bana çay mı koruk suyu mu içeceğimi sorup ocağa doğru ağır adımlarla seyirtirken aslında ne içeceğimden daha fazlasını öğrenmek isteyen bakışlarıyla beni süzüyordu. Sanırım yanımda taşıdığım profesyonel fotoğraf makinem buna neden oluyor her yerde. İnsanlar bana gazeteci kimliğini giydirip bir köşeye koyuyorlar. Ondan sonra gelsin onların meraklı soruları. Nereden gelmiştim, hangi gazetede çalışıyordum gibi. Kimi zaman da iktidar veya muhalifleriyle ilgili siyasi bir tüyo alabilme hevesiyle sorulan sorular. Örnekler uzayıp gidebilir ama peşinen – gazeteci değilim– deyince de –Peki buradan ev mi bakıyorsunuz– sorusu geliyor. Bütün bunlardan sıkıldığımdan değil ama –yahu, durun ben sizi merak ediyorum, ben sizi tanımaya geldim– demek geliyor içimden.
Tabelada –Şeytanın Kahvesi– yazıyor. Kimmiş bu Şeytan Halil, şeytanlığı neresindeymiş.
Şu anda üçüncü ve dördüncü kuşaktan otuzlu yaşlarındaki Mustafa ve babası Suat Kaçak işletiyor kahvehaneyi. Ama bugün baba Suat Kaçak henüz gelmemiş. Kahvehanenin içinde duvarlara asılı eski fotoğraflar kahvenin ve Palabahçenin tarihinden kesitler veriyor. Seksek oynayan çocuklar gibi resimden resme atlayıp duruyorum. Kiminde biraz uzun kalıp içine dalıyorum, sonra iki üç tanesini hızla geçip tekrar başa dönüyorum. Takıldığım portrenin altında birkaç satır yazı –Şeytan Halil, Doğum Midilli l877, ölüm 1932 Ağra Midilli. Şeytan Halili inceliyorum uzun uzadıya. Sert bakışlı, El Grekonun tiplerini andıran avurtları çökük dar uzun bir yüzü var. Yüzündeki kirli sakalla bile şeytan gibi biri diyemiyorum. Arkamdan gelen yumuşak ama kararlı bir ses –Dedem– diyor, –Yanındaki de birkaç sene öncesine kadar binanın alnındaydı, düştü. Kahvehanenin kitabesi.–. Sese doğru dönüyorum. Anladığım kadarıyla Şeytanın tornu Suat Kaçak. Neden –Kaçak– diye soruyorum. Gülerek yanıtlıyor, belli ki bunu herkes soruyor.
Şeytan Halil ailesiyle birlikte mübadele başlamadan hemen önce kaçak olarak Midilliden Ayvalıka gelirler. Suatın babası Mustafa henüz anne karnındadır.Amcası İbrahim ise ailenin diğer erkek çocuğudur. Ayvalıka vardıklarında bütün evler bomboş, terkedilmiş olduğundan beğendikleri bir evin kapısını açıp yerleşirler. Böylece ailenin Ayvalık macerası başlamış olur. 1924de soyadı kanunu çıktığında Ayvalıka kaçak geldikleri için nüfus memuru soyadı hanesine –Kaçak– kaydını düşmüş. Gelelim Şeytanlığına. Halil Midillide geçen çocukluk yıllarında çıktığı komşu bahçenin duvarından gözleme yapan Rum kadına bir taş atıp saklanır. Muziplik değil mi, kadıncağız taşın geldiği yönü arayadursun Halil ikinci, üçüncü taşı atar derken sonunda yakalanır. Kadının yarı kızgın yarı şaka yollu –Şeytan seni, nereden çıktın o duvara.– demesi Halilin artık ömür boyu Şeytan Halil olarak anılmasına yol açmış.Mübadeleden sonra Şeytan Halil Ayvalığa yerleşmiştir artık. Jandarma zamanın eşkıyalarından –Yalama– lakaplı bir kaçağı Ayvalık civarlarında kıstırmıştır. Ancak Şeytan Halilin yaşamının akışı Yalamanın onun ahırına girip saklanmasıyla değişir. Akşam karanlık bastırdığında Yalama ve adamları saklandıkları ahırdan çıkıp Halilin ailesiyle yaşadığı eve geçip şaşkınlık içinde olan Halilden kendileri için yemek ve paralarını vermesini ister. Şeytan onlara ancak evde var olan yemeği verebileceğini söyler. Bu arada boş durmayan jandarma Yalamanın Halilin evine girdiği duyumlarıyla evi çevirip baskın düzenler. Çıkan çatışmada Yalama kaçmayı başarır. Jandarma ise Şeytan Halili yataklık yaptığı gerekçesiyle tutuklar. Hapiste yediği dayak ve falakalardan sonra kaldırıldığı Balıkesir hastanesinde ölür. Oğulları ölüm haberini uzun süre sonra alırlar.
Burası Palabahçe eski adıyla Palio Bakthse –Küçük bahçe anlamında– 7–8 kahvehanenin, kasap, bakkal, berber dükkanlarının bulunduğu Ayvalığın kalbinin attığı bir çarşı yeri diye anlatmaya başlıyor Suat Kaçak.
–Bu kahveyi babamla amcam işletmeye başladıklarında şu karşı köşedeki depo Deveciler Kahvesiymiş, diyor.
Çardağın altında oturmuş bir yandan onu dinleyip çayımı yudumlarken bir yandan da terk edilmiş yıkık dökük tarihe bakıp mekanları yerlerine oturtuyorum bir bir. Hiç kolay değil bugün dört beş kişi ve birkaç motorsikletin geçtiği sokağın bir zamanlar İzmir Caddesi olduğunu gözlerinde canlandırmak. Hele o kalabalığa bir yer bulmak. Kahvenin önüne birkaç masa sandalye daha sıkıştırıp çoğu panama şapkalı granta giyinmiş beyeferdileri oturtup kahve servislerini yapmak. Gözlerimde canlandırdıklarım anında film setine çeviriyor burasını. İlerden Parlak Hüseyin geliyor –Hüseyin Bıkmaz– . Palabahçenin gelmiş geçmiş en ünlü kabadayılarından. Çok yakışıklı, sarışın, mavi gözlü, çok da iyi giyiniyor. Palabahçe’de kahve işletiyor.Yanından geçerken yüzüne birkaç saniye uzun bakanın canına okuyor. Başının belaya girmediği gün yok. Bunlardan birinde hüküm giyip hapse giriyor. Şeytan Halilin çocukları Mustafa ve İbrahim artık ekmek kavgasındalar. Parlak Hüseyin içerdeyken onun adına kahvesini işletip çalışıyorlar. Hem kahve ayakta duruyor hem de para kazanıyorlar. Bir süre sonra birikmiş paralarına eş dosttan borç olarak aldıkları altınlarla bugünkü kahvehaneyi satın alıp gece gündüz çalışıyorlar. Şeytan gibiler. Hem çalışkan hem işbilen cinsinden. Burası Palabahçe, mekan sahibi olmak bilek ve yürek gücü ister. İşlerse bugünkü gibi değil. Günde üç dört bin marka satmak işten bile değil. Kısa sürede hem borçlarını ödüyor hem de mekanın sahibi oluyorlar. Yıllar akıp geçiyor kahvehaneyi bugün Suat Kaçak oğlu dördüncü kuşak Şeytan Mustafayla, duvarlardaki anılarla yaşatmaya çalışıyorlar.
Arthur sen bunu anı gibi yazmışsın ama, bence daha çok Ayvalık’a güzelleme gibi olmuş bu yazı ellerine sağlık.Biliyorum ki (henüz Ayvalık bilmiyor) sen ve ailenle daha zenginleşecek Ayvalık, ve umarım vede dilerim ki siz de Ayvalık’la daha zenginleşin(neyi kastettiğimi anladığını düşünüyorum).Hoşgeldin, hoşgeldiniz sağlık ve mutlulukla arkadaşım..
Nasıl güzel anlatılmış bir Ayvalık yazısıdır bu. Bayılarak okudum. Hatta 2 kez okudum ben de 4,5 yıldır Ayvalık’da yaşayan ve Yasemin’i (Cafe Caramel) tanıma şansı elde edenlerdenim. Ben de bir blogegrım:)) Sevgiler.
Çok güzeL anLatmış GüzeL AYVALIĞIMIZI Emeğine sağLık AYVALIKTA Yaşamak bir ayrıcaLıktır.Diyorum..:)
Teşekkür ederim Özlem hanım, arkası gelecek.İyi günler dilerim.